Friday, November 9, 2012

beaker sevgim

hem talihsiz, hem sakar, hem de bela mıknatısı sevgili beaker, kızımın da favorisi.
lialusin 1 yaş civarında beethoven'ın 9. senfonisini hmm hmm'layabildiyse, yine garibim beaker sayesindedir.
yaklaşıp bir senedir bu "şarkıyı" söylüyorduk ailecek, neyse ki şu sıralar hitlist'te alt sıralara düştü de youtube'un ode to joy bağlantısı rahat bir nefes alabildi.


geçen gün televizyonda gerçekten gereksiz, bir o kadar anlamsız, mutlu sonla bile bitmeyen muppets filmini izlerken beaker tekrar hayatımıza girdi. şimdi mimimooooooo diye dolaşma sırası bizde...


Tuesday, November 6, 2012

"sizi uzmanlığımla döverim!"

hayırsızlığın dibine vurduğumuz iki blog yazısı arasında, blogumu hiç unutmadım aslında. şu konuyu da blog'u açtığımdan beri düşünüyorum, kuraklığı bu yazıyla bitirmek varmış.

jane vs. castle
bugünkü karşılaştırmalı holivut'umuzda; diğer zamanlarda (dizilerde, filmlerde) sineğin pike açısından kurbanın ölüm saatini çözen acar cinayet masası dedektiflerimiz, ekibe bir danışmanın katılması söz konusu olduğunda nedense elden ayaktan düşüyor, nutukları tutuluyor. peki bu gariplerin yardımına kim yetişiyor? tabi ki patrick jane ve richard castle!
tabi ki bunu da bir rekabete çevirip hemencecik tarafımı belli edeceğim. elbette ki gönlümün sultanı the mentalist idir. zaten bu furyanın çıkışını da 2008'de başlayan bu dizinin başarısına bağlayabiliriz.
beni bu diziye ilk başta çeken şey; üç sezonluk the guardian'da toplamda üç kere falan gülümseyerek beni her bölüm "acaba bu sefer sırıtır mı?" diye beklentiye sokan simon baker'ın, gülünce dünyayı aydınlatan gülüşünü the mentalist'te hiçbirimizden esirgememesi oldu. bu adam gülümseyecek ve biz seyretmeyeceğiz? oldu!
ama gülümsediğine bakmayalım, çünkü karısını ve kızını (kız!) öldürmüşler. bu eleman da, çok hassas gözlem ve insan manipülasyonu yeteneği ile cinayet masada kendisine bir yer bulmayı başarıyor. ana hikaye de jane'in, suç azmanı red john'u bulup adalete teslim etme/intikamını alma çabası üzerine kurulu. tabi ana hikaye bir görülüp bir kayboluyor dizide. bir zaman sonra mini konular da öngörülebilir hale geliyor. ama red john bölümlerinde ters köseye yatırmayı yine de başarabiliyor.
kimball cho karakteri, polisiye dizilerde en beğendiğim yancılardan biri. bir ara bozdu kendisini ama tekrar toparlamayı becerdi, aferin.

cho <3
benim dizide en çok sevdiğim kişi ise amir theresa lisbon. diziden en favori sahnem de, lisbon'ın yancılardan biri için giydiği nedime kıyafetiyle olan kaknemliği. aha da şu:

"someone stole your tiara"
elbette ki lisbon, sabırlı bir anne gibi jane'i ehlileştirmeye çalışırken jane de lisbon'a işine geldiğince faydalı oluyor. gerçi bana sorarsanız aralarında parazit bir ilişki var ama adam güzel gülüyor...

gel gelelim ötekine. bir kere 2009'da başlayan castle'a kopyacı muamelesi yapmamdaki haklılık tartışılamaz. çok satan polisiye roman yazarı richard castle'ın, hile hurda ile cinayet büroya danışman olarak kapağı atmasını izliyoruz bu dizide. çok zengin, oyuncu annesi ve elbette ki kızıyla yaşıyor. amiri burda da bir kadın. (kadın amir <3) ama bu kadın; kate beckett gibi korkunç itici, bir o kadar da kıl ve uyuz ve de ıyk bir tipleme olunca "ah nerede benim lisbon'ım?" diyesi geliyor tabi insanın.

ö.
bu dizideki sorunlu arkadaşımız bu sefer castle değil beckett. anasını mı öldürmüşler bişi olmuş. dizi bu ablanın arızası ve castle'ın afacanlıkları etrafında şekilleniyor. ha bir de castle'ın kızı, dünyanın en akıllı, zarif ve hayırlı evladı. bu yüksek standartlar, diziye gıcık olmak için ayrı bir sebep.

velhasıl, eski köye yeni adet geldi ve beyaz ekranın oyun alanı cinayet büroda danışmanlar kol geziyor artık. sektörde, bu furyadan nasibini alan başka danışman arkadaşlar da mevcut tabi.

kariyerini nedensizce beyaz ekrana taşıyan tim roth; lie to me'deki vücut dili ve mimikler üzerinde uzmanlaşmış psikolog rolünde, potansiyelinin kat kat altında ama meslektaşlarının kat kat üstünde bir performans sergiliyor. ama dizinin aksak bir ritmi var. özellikle buradaki baba-kız ilişkisini, castle'daki baba kız ilişkisinin bir çakması olarak değerlendiriyorum. buradaki yancı abla da, the practice'in lindsay'si kelli williams.

yancı miniler o kadar iyi ki, tim roth bile ezemiyor
ardından; umutsuz ev kadınımız dana delany'nin body of proof'u geliyor. bu yazının bağlamından biraz taşıyor çünkü kendisi bir adli tıp uzmanı, yani her polisiye dizide karşılaştığımız bir tipleme. fakat bu yüksek burcuva abla, buralara cerrahlıktan "düşmüş". o yüzden polise hem danışmanlık yapıyor, hem atar. bunun da bir kızı var, ilişkileri -elbette ki- sorunlu.

bunun kadro iyi de adli tabibin bikbikçibaşı olması saçma olmuş
şimdi bir de perception çıktı başımıza. konu güzel. nöropsikyatri uzmanı fbi'a danışmanlık ediyor (lie to me'nin çakması da denebilir). fakat gel gör ki casting o kadar kötü ve senaryo o kadar tırt ki, zekice işlenecek senaryoların heder edildiğini gördükçe gözlerim doluyor :'( (ha bir de eşim hatırlattı, a beautiful mind'ın beyaz ekran izdüşümü olduğundan bahsetmiyorum bile...)

tiplere bak allasen...
bunlardan daha fazlası da hoplaya zıplaya gelecekmiş gibi hissediyorum. birinin de oğlu olsa keşke, ilaç için.

Tuesday, July 17, 2012

ölü seviciler


ölü sevicilerden kastım, 2005'te başlayan nbc dizisi medium ve yine aynı tarihte başlayan (aaa, aman ne şaşırtıcı!) cbs dizisi ghost whisperer.
konu aynı, tarih aynı, ama görseller ve işleniş tamamen farklı. neyse ki...
 melinda (jennifer lowe hewitt) 
ghost whisperer için, konunun steril işlenişi diyebiliriz. bir kere ablamız prenses zaten. sürekli danteller ve fırfırlar içerisinde, ait olduğu küçük kasabanın neresinden aldığını bilmediğim tasarım kıyafetlerle arz-ı endam ederken; hayaletler bunu sık sık ziyarete geliyorlar. melinda ablamız da bunların "huzur bulmasına" yardımcı oluyor.
dediğim gibi bu dizi fazla steril: abla steril, kasaba steril, etrafındaki insanlar ve hayaletler de keza. zaten ben de üç-dört bölüm dayanabildim kendisine.

dubois ailesi ve allison (patricia arquette)
gel gelelim medium'a. allison ablamız, üç çocuklu, orta halli bir ailenin anası. kilosuyla, giyim tarzıyla, karakteriyle de gerçekten üç çocuklu, orta halli bir aile anası. dizinin danışmanı gerçek allison dubois, tabi diziyle ne kadar paralel bir hayat yaşadığını bilemem, ama bu bile dizinin "gerçekçiliği"ne katkı sağlıyor.  
bu dizide pek sterillik yok. kavga dövüş, geçim sıkıntısı, politik oyunlar, kesik kafalar falan gırla. en büyük sterilliği iyilerin çoğu zaman kazanması olabilir, e bu da uzun soluklu bir diziden beklediğimiz bir sonuç.

melinda vs allison
dizi sektöründeki yapımcılar ve senaristler arasında yine nasıl bir fikir hırsızlığına denk gelindi bilmiyorum ama bu ikisi, aynı anda ekranlara giriş yaparak yine bir klişeyi gerçekleştirdiler. en azından işleniş olarak iki farklı dizi var elimizde, e bu da bişi.

iaido

bu arada, doktora bittikten sonra oluşan zaman artığında (yaa, o kadar işe rağmen doktora yoksa mutlaka zaman kalıyordur) eşimin ve en yakın arkadaşımın kasım 2010'dan beri devam etmekte oldukları dojo'da ben de iaido'ya başladım.
tabi çömezin de çömezi olarak daha hiçbir şey bildiğim söylenemez, ama birinci seviye kata'ları bitirdim. ikinci seviyeden de ilk dördü öğrenmiş bulunuyorum. tabi bitirdim/öğrendim'den kastım kesinlikle "yapabiliyorum" değil :)
ben ve iaito'm
şu andaki önceliğim kılıcımdan ses çıkarabilmek, daha onu bile yapamıyorum. ama olacak olacak, öyle diyorlar. bende olmayan tek şey gerekliymiş bunun için: sabır :)

10 dakika ara?

akademisyenlik zor.
bahanemi hemen sunarak bir giriş yaptım ki, vicdanlara oynayıp vefasızlığımı affettireyim ^^
19 saat ders, hepsi ilk kez verdiğim derslere hazırlanma, sınavıydı, finaliydi, notlamasıydı ve öğrenci tehditleriyle muhatap olunmasıydı derken temmuzun ortası olmuş. şimdi de üniversitelerin tanıtım dönemi başladı. bu ne demek? puanını kapan öğrenci gelip, ne istediğini bilemez bir şekilde uzayda salınırken ona doğru yönü ve ivmeyi vermeye çalışmak demek.
üstelik evde de işler devam ediyor. küçük ailemizi birazcık feraha kavuşturmak için bir harala gürele söz konusu üç aydır. onun da kaymağını ekim gibi yemeyi planlıyoruz.
yani velhasıl kelam, çok meşgulüm! o yüzden blog'umu da nadasa bırakmıştım.
ama geri geldim ve sazı elime alacağım!
çünkü bir süre daha iki satır karalayamazsam, kendimi imha edeceğim.
merhaba kafamdakiler, ben geldim.