Tuesday, November 6, 2012

"sizi uzmanlığımla döverim!"

hayırsızlığın dibine vurduğumuz iki blog yazısı arasında, blogumu hiç unutmadım aslında. şu konuyu da blog'u açtığımdan beri düşünüyorum, kuraklığı bu yazıyla bitirmek varmış.

jane vs. castle
bugünkü karşılaştırmalı holivut'umuzda; diğer zamanlarda (dizilerde, filmlerde) sineğin pike açısından kurbanın ölüm saatini çözen acar cinayet masası dedektiflerimiz, ekibe bir danışmanın katılması söz konusu olduğunda nedense elden ayaktan düşüyor, nutukları tutuluyor. peki bu gariplerin yardımına kim yetişiyor? tabi ki patrick jane ve richard castle!
tabi ki bunu da bir rekabete çevirip hemencecik tarafımı belli edeceğim. elbette ki gönlümün sultanı the mentalist idir. zaten bu furyanın çıkışını da 2008'de başlayan bu dizinin başarısına bağlayabiliriz.
beni bu diziye ilk başta çeken şey; üç sezonluk the guardian'da toplamda üç kere falan gülümseyerek beni her bölüm "acaba bu sefer sırıtır mı?" diye beklentiye sokan simon baker'ın, gülünce dünyayı aydınlatan gülüşünü the mentalist'te hiçbirimizden esirgememesi oldu. bu adam gülümseyecek ve biz seyretmeyeceğiz? oldu!
ama gülümsediğine bakmayalım, çünkü karısını ve kızını (kız!) öldürmüşler. bu eleman da, çok hassas gözlem ve insan manipülasyonu yeteneği ile cinayet masada kendisine bir yer bulmayı başarıyor. ana hikaye de jane'in, suç azmanı red john'u bulup adalete teslim etme/intikamını alma çabası üzerine kurulu. tabi ana hikaye bir görülüp bir kayboluyor dizide. bir zaman sonra mini konular da öngörülebilir hale geliyor. ama red john bölümlerinde ters köseye yatırmayı yine de başarabiliyor.
kimball cho karakteri, polisiye dizilerde en beğendiğim yancılardan biri. bir ara bozdu kendisini ama tekrar toparlamayı becerdi, aferin.

cho <3
benim dizide en çok sevdiğim kişi ise amir theresa lisbon. diziden en favori sahnem de, lisbon'ın yancılardan biri için giydiği nedime kıyafetiyle olan kaknemliği. aha da şu:

"someone stole your tiara"
elbette ki lisbon, sabırlı bir anne gibi jane'i ehlileştirmeye çalışırken jane de lisbon'a işine geldiğince faydalı oluyor. gerçi bana sorarsanız aralarında parazit bir ilişki var ama adam güzel gülüyor...

gel gelelim ötekine. bir kere 2009'da başlayan castle'a kopyacı muamelesi yapmamdaki haklılık tartışılamaz. çok satan polisiye roman yazarı richard castle'ın, hile hurda ile cinayet büroya danışman olarak kapağı atmasını izliyoruz bu dizide. çok zengin, oyuncu annesi ve elbette ki kızıyla yaşıyor. amiri burda da bir kadın. (kadın amir <3) ama bu kadın; kate beckett gibi korkunç itici, bir o kadar da kıl ve uyuz ve de ıyk bir tipleme olunca "ah nerede benim lisbon'ım?" diyesi geliyor tabi insanın.

ö.
bu dizideki sorunlu arkadaşımız bu sefer castle değil beckett. anasını mı öldürmüşler bişi olmuş. dizi bu ablanın arızası ve castle'ın afacanlıkları etrafında şekilleniyor. ha bir de castle'ın kızı, dünyanın en akıllı, zarif ve hayırlı evladı. bu yüksek standartlar, diziye gıcık olmak için ayrı bir sebep.

velhasıl, eski köye yeni adet geldi ve beyaz ekranın oyun alanı cinayet büroda danışmanlar kol geziyor artık. sektörde, bu furyadan nasibini alan başka danışman arkadaşlar da mevcut tabi.

kariyerini nedensizce beyaz ekrana taşıyan tim roth; lie to me'deki vücut dili ve mimikler üzerinde uzmanlaşmış psikolog rolünde, potansiyelinin kat kat altında ama meslektaşlarının kat kat üstünde bir performans sergiliyor. ama dizinin aksak bir ritmi var. özellikle buradaki baba-kız ilişkisini, castle'daki baba kız ilişkisinin bir çakması olarak değerlendiriyorum. buradaki yancı abla da, the practice'in lindsay'si kelli williams.

yancı miniler o kadar iyi ki, tim roth bile ezemiyor
ardından; umutsuz ev kadınımız dana delany'nin body of proof'u geliyor. bu yazının bağlamından biraz taşıyor çünkü kendisi bir adli tıp uzmanı, yani her polisiye dizide karşılaştığımız bir tipleme. fakat bu yüksek burcuva abla, buralara cerrahlıktan "düşmüş". o yüzden polise hem danışmanlık yapıyor, hem atar. bunun da bir kızı var, ilişkileri -elbette ki- sorunlu.

bunun kadro iyi de adli tabibin bikbikçibaşı olması saçma olmuş
şimdi bir de perception çıktı başımıza. konu güzel. nöropsikyatri uzmanı fbi'a danışmanlık ediyor (lie to me'nin çakması da denebilir). fakat gel gör ki casting o kadar kötü ve senaryo o kadar tırt ki, zekice işlenecek senaryoların heder edildiğini gördükçe gözlerim doluyor :'( (ha bir de eşim hatırlattı, a beautiful mind'ın beyaz ekran izdüşümü olduğundan bahsetmiyorum bile...)

tiplere bak allasen...
bunlardan daha fazlası da hoplaya zıplaya gelecekmiş gibi hissediyorum. birinin de oğlu olsa keşke, ilaç için.

No comments:

Post a Comment